Translate

Bu Blogda Ara

Girit Gezi Notları


Girit.. Yunanistan’ın en büyük, Akdeniz’in beşinci büyük adası.. Birçok uygarlığın beşiği olmuş, konumu gereği imparatorlukların ilgisini çekmiş, ele geçirmek için uğruna savaşılmış, mitolojiyi beslemiş, “bulutları devşiren” tanrılar tanrısı Kronosoğlu Zeus’un doğduğu topraklar.. Tarihteki bunca önemi, doğal güzellikleri, sağlıklı otları, leziz mutfağıyla ün salmış Girit’e doğru yola çıkarken büyüleneceğim bir yer görmeyi bekliyordum. Gezimin sonunda beklentilerim bir parça suya düştü. Sevdiğim ama çok da etkilenmediğim Girit hakkında sevgili SenDeGit okuyucularına verebileceğim bilgiler şunlar:

Girit’teki günlerim boyunca Heraklion’da kaldım ama kentin doğu ve batısındaki yakın yerleşim yerlerine de gidebildim. Hersonissos ve Agios Nikolaos doğuda, Retimnon batıda gördüğüm yerler. Hersonissos, onca plaja karşın sıradan bir tatil kasabasını andırıyor. Agios Nikolaos ise çok daha şirin. Agios Nikolaos’un en dikkat çekici yanı, burada denizin çok ince bir kanaldan karaya doğru süzülerek küçük bir gölümsü yaratmış olması. Buralılar, o girintiye göl diyorlar zaten. Gölün çevresine sıra sıra, ışıl ışıl restoranlar dizilmiş. Retimnon ise Heraklion gibi büyük bir yerleşim yeri. Bu saydığım üç yere de uğramanızı öneririm ama esas olarak Heraklion’da gezdiğimden daha çok bilgiyi burayla ilgili verebileceğim.

Heraklion’a gittiyseniz tarihi açıdan görmeniz gereken ilk yer Knossos antik kenti olmalıdır. Knossos, Heraklion kent merkezine 8 km uzaklıkta, 15 dakikada bir otobüs seferleri yapılıyor. M.Ö.(3500-1100) yılları arasında Girit’e egemen olan Minos uygarlığının kalıntıları, saray ve çevresindeki yapılaşmalar burada bulunmakta. İlerleyen yıllardaki saldırılarla, depremlerle kalıntılar epey zarar görmüş, yıkılmış. Ayakta kalan yapılar bütüne göre çok az. Minos uygarlığının mimarisi ilgi çekici. Kent, piramide benzer biçimde kat kat inşa edilmiş. Açıkta kalan koridorların hepsi bordo sütunlarla desteklenmiş. Duvarlar yine bordo ağırlıklı olmak üzere, canlı renklerle süslenmiş, fresklerle bezenmiş. Çoğu freskin orijinali Heraklion Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Kalıntıların halka açık bölümüne ise kopyalarını koymuşlar. Bir iki bölümde orijinallerini de sergiliyorlarmış ama birkaç yıl önce bu bölümleri ziyarete kapamışlar. Gelenler ufak ufak duvarları kazıyarak bu fresklere zarar veriyor ya da küçük parçaları çıkartıp çalıyorlarmış.

Mitolojiye göre Minotor (“Minos’un Boğası” anlamına geliyor) ve labirent efsanesi bu antik kentte gerçekleşiyor. Hani şu Daidalos ile oğlu İkarus’un balmumundan kanatlarıyla uçarak kurtulmak istedikleri labirent. Biz Knossos’ta labirentin izlerini bulamadık ama uçabilmenin özgürlüğüne kapılıp güneşe daha da yakınlaşmak isteyen İkarus’u anmaktan geri kalmadık.

Sözünü ettiğim Arkeoloji Müzesi de Girit’te görülmesi gereken bir yer. Müze dört katlıymış ve her katında farklı dönemlere ait eserler sergileniyormuş. Müzeyi gezmeme karşın –mış’lı konuşmamın nedeni, ne yazık ki benim gittiğim dönemde tüm binanın elden geçiriliyor olması. Müzenin en değerli eserleri giriş katında küçük bir salona toplanmıştı. Önceden “2-3 saatinizi ayırın” önerilerini okuduğum müzeyi bu nedenle 15-20 dakikada gezdim. Müzenin en ilginç parçası “Phaistos Diski”. Phaistos bölgesinde yapılan kazılarda bulunan, yaklaşık 3500-4000 yaşındaki diskin özelliği, üzerindeki dilin hâlâ çözülememiş olması. Bundan daha da ilginci, diskin üzerindeki yazıların elle çizilerek değil, Çin’de baskı tekniğinin bulunmasından ~2500 yıl öncesinde kile baskı tekniğiyle yapılmış olması. Phaistos diskinin çözülemeyen bu gizemleri, kimilerini bu diskin uzaylılarca yapıldığını ileri sürmeye kadar vardırmış.

Heraklion’un önemli yapılarından bir diğeri de Venedik kalesi. Havaalanı ya da limandan Heraklion’un merkezine doğru ilerlerken hemen kendini gösteren kale, kenti boydan boya çevreleyen Venedik duvarlarının denize uzanan ucunda yükseliyor. Hemen karşısındaki kıyıda ise cephanelikler duruyor. Zamanında saldırılara karşı kent buradan korunuyormuş. Retimnon’da da yine aynı biçimde kale en önce dikkati çekiyor, üstelik Heraklion’dakinden çok daha heybetli. Saldırılara karşı buranın savunmasının daha etkili olduğunu düşündürdü bana kaleler arasındaki bu fark.

Heraklion’un diğer önemli yapıları genelde Aslanlı Maydan’ın çevresinde bulunmakta. 1628 yılında yapılmış Morosini çeşmesi, bu meydanın tam ortasındadır. Bu çeşmenin de onarımı yine benim gidişime denk geldiğinden, suları şırıl şırıl akan değil, çevresi brandalarla kapanmış çeşmeyi görmek zorunda kaldım. Meydandan denize doğru inen caddede (Odos 25 Augoustou Cad.) San Marco Bazilikası (1239-Venedikliler), Venedik Loggiası (Osmanlı döneminde devlet binası), Agios Titos kilisesi (962-Bizanslılar, sırasıyla kilise-cami-kilise olarak hizmet vermiş) sıralanmakta. Caddenin sonundan batıya doğru ilerlediğinizde, yol üzerinde Girit Tarih Müzesi’ni ve bayağı harap olmuş (yine onarımı süren) Venedik döneminden kalma San Pietro kilisesini görebilirsiniz.

Heraklion’da en sık rastladığınız şeylerden biri de çeşmeler. Girit’te egemenliğini sürdürmüş çeşitli uygarlıklara ait bir sürü çeşme var; Roma çeşmeleri, Osmanlı çeşmeleri.. Çoğu, Venedik duvarları üzerine oyularak yapılmış.

Yazar Nikos Kazancakis Giritli ve mezarı Heraklion’da. Anısına güzel bir anıt yapılmış ama ben ziyaret edemedim.

Girit’e gitmişken denize girmemek olmaz. Girit’in her yerinden denize girilebiliyor. Deniz burada tertemiz, kıyılar bakımlı. Kıyıların doğal yapısı bizimkilere çok benziyor. Girit’in çok ünlü upuzun kumsalları var ancak ben işlerim gereği yalnızca Hersonissos bölgesinde denize girebildim. Burada kıyıda “x beach, y beach”ler oluşturup çeşitli etkinlikler düzenlense de her birine giriş ücretsiz. Yalnızca yapacağınız etkinliğin (bungee jumping, su kayağı, kaydırak, vb.) ücretini ödüyorsunuz. Deniz, kumsal ve şezlonglar ise herkese açık. Hersonissos’ta bu tesisler dışında bakir bırakılan canım koylar da var ve buraları, diğerlerinden kat kat daha güzel. Tesislerin olduğu yerler gibi kalabalık değil. Belki kıyısı kum değil de küçük çakıl taşları olduğundan ya da
insanlar eğlenmeyi, doğayla başaba kalmaya tercih ettiklerinden. Öyle ya da böyle neyse ki hâlâ böyle koylar var..

Bir yeri tanımak yalnızca önemli yerlerini gezip görmekle sınırlı kalmaz. İnsanına da bakmak gerek. Girit insanı çok sıcak. Yolda kime bir şey sorsak bize yardımcı olmaya çalıştı. Neredeyse herkes ingilizce biliyor. Turist olduğumuzu anladıklarında ilk soru “nereden geliyorsunuz?”. “Türkiye’den” yanıtını verdiğimizde bir kişi dışında (o da yalnızca pöf deyip kafasını çevirip gitti.) herkes yüzünde gülücüklerle karşılık veriyor. “Oooo kardaş!!”, “Komşu”, “Memleket” gibi türkçe sözlere bile rastladık. Tıpkı Anadolu’da Girit kökenli birçok kişi olduğu gibi, Girit’te de Anadolu kökenli birçok kişi var. Mübadele sırasında Ayvalık’tan Girit’e gitmek zorunda kalan çok kişiye rastladık. Daha doğrusu çocuklarına ya da torunlarına diyeyim. Heraklion’da ayakkabı satıcısı yaşlı bir amca çocukken gelmiş Ayvalık’tan. Retimnon’da yemek yediğimiz “Seven Brothers” restoranının sahibi Zaferis abi’nin de dedeleri Ayvalık’tan gelmiş. “Bakın benim adım Zaferis. Yani Zafer. Diğer erkek kardeşlerimin adları da böyle. Anneannem ile dedem kendi aralarında hâlâ türkçe konuşur. Annem de biraz biliyor ama biz bilmiyoruz artık. Her yıl Ayvalık’a gidiyoruz, Cunda’da ev yaptırdık. Oraları, İstanbul çok güzel. Türkiye’nin batısını tamamen gezdim. Çok seviyorum. Ama batıdan içeriye doğru gitmiyoruz, oraları bize göre değil.” diye anlatmıştı Türkiye’yle hâlâ süren ilişkisini. Agios Nikolaos’ta yemek yediğimiz restoranın sahibi aslen Türkiye’ye ile bir bağı olmayan bir yunandı. Ama o da bizlerin aslında kardeş olduğunu söylüyordu. Bizden bir hafta önce Türkiye’den birkaç siyasetçi Agios Nikolaos’a gelmiş. Onları anlatırken “Aslında hep bu siyasetçiler yüzünden. Onlar olmasa bizler çok iyi anlaşacağız. Siyasetçileri dinlememek gerek” diye de eklemişti.

Birkaç yerde konuştuğumuz dükkan sahipleri bu yıl turist sayısının çok az olduğunu söylediler. İstanbul’u da sordular “orada durum nedir?” diye. Biz de anlattık biraz. Hiç hoşnut değiller turist azlığından. Verilere göre Yunanistan’da turist çok. Ama sanırım şikayetler turistlerin otellerden çıkmamasından kaynaklanıyor yine. Gerçekten Heraklion’da, sokaklarda, müzelerde gezen hiçbir turist kafilesi göremedik biz de. Oysa otellerin hepsi doluydu. Demek ki esnaf orada da dertliymiş..

Hoşnut olmadıkları başka bir durum ise para birimlerinin drahmiden avroya değişmesi. Agios Nikolaos’daki şef garson özellikle bu değişimden çok şikayet etti. “Eskiden cebimde 15 ‘güzel’ drahmim varken pazardan elim torbalarla dolu dönerdim. Şimdi 15 avroyla tek torbayı zor dolduruyorum. Bence siz bu halinizle kalın. AB refah getirmiyor.” dedi.

Biraz da genel hatlarıyla tanıtalım oraları: Girit’te trafik çok düzenli değil. Türkiye’yi aratmıyor. Tabelaları yetersiz ve özensiz. Arabada dört kişi birden yolları takip etmemize karşın, iki kez kaybolmanın ucundan döndük. Heraklion’un çarşısı da yine çok tanıdık. Biraz Mahmutpaşa, biraz Mısır Çarşısı.. Sokaklar temiz sayılır, ama kıta Avrupasının pırıl pırıl sokaklarından çok uzak. Hava elbette sıcak ama nem oranının uygunluğu sayesinde terleten cinsten değil. Yaz ortasında Girit’te olmama karşın sıcaklık konusunda sıkıntı yaşamadım. Heraklion’da mimari olarak düş kırıklığı yaşadım. Geleneksel eski yunan yapıları, beyaz taş evler görmeyi beklerken, hiçbir şeye benzemeyen düz düz apartmanlar görmek gezimin sıkıcı yanlarındandı. Mitolojik, Minos uygarlığına ait figürler, zeytinyağı sabunları, çeşitli otlar en çok satılan hediyelik eşyalar. Rakı bardakları da yaygın ama bizler için ilginç değil elbette.

Yiyecek içecek önerilerine gelirsek.. Mutfak konusunda da birbirimize epey benziyoruz. Menülerde yunan spesiyaliteleri diye geçen yemekler güveç, dolma, şiş kebap, kabak-patlıcan kızartma, cacık, çeşit çeşit mezeler... Kleftaki diye bir yemekleri de var. Bizdeki kağıt kebabına benziyor, alüminyum folyoya sarılı bir biçimde sunuluyor. Şimdi bu yemekler onların mı bizim mi tartışmasına girmeyeyim. Ama bu benzerliklerden ötürü Girit’te aç kalmayacağınızı garanti edebilirim. Üstelik porsiyonları da oldukça doyurucu. İçkilerde de malum bizim rakımız onların ouzosu.. Hiçbir fark yok. Gerçi işin uzmanları belki bir aroma farkı yakalayacaklardır ama ben öyle rakı düşkünü olmadığımdan bana tamamen aynısı geldi. Yunanların bir çeşit rakıları daha var: tsikoudia. Bu Girit’e özgü bir rakı çeşidi. İtalyanların grappasına benziyor. Ben hiç beğenmedim. Tatsız bir şey. Saf etil alkol içiyormuşsunuz hissi veriyor, boğazınızı yakıyor. Sertliği yüzünden küçük shut bardaklarında ikram ediliyor, bildiğimiz rakı gibi uzun bardaklarda değil. İçki olarak kesinlikle denemenizi önereceğim şey ise sakız likörü. Normalde sakızlı muhallebi gibi sakız aromalı şeyleri çok sevmesem de bu hafif tatlı liköre bayıldım. Bir de şunu söyleyeyim: tavernaları bizim Türkiye’de adlandırdığımız tavernalar gibi değil. Onlar genel olarak restoranlara taverna diyor. Kapısında taverna yazan her yere kafamı uzattım da hiçbirinde canlı müzik, sirtaki, tabak kırma gibi bildiğimiz taverna öğelerine rastlamadım. Bunları nerelerde yaptıklarını öğrenemeden ne yazık ki Girit'ten ayrıldım.

Yazımın başında söylemiştim; kuzeyini gezebildiğim Girit’ten, onca görülecek şeyi olmasına karşın etkilendiğimi söyleyemem. Belki doğasıyla, insanıyla, tarihi yapısıyla, kalıntılarıyla bizim Ege kıyılarımıza çok benzediğindendir. Çevremde yunanca konuşulduğunu duymasam, kendimi Türkiye’de henüz gitmediğim bir kıyı kentinde hissedeceğimdendir. Yepyeni yerler keşfetme duygumu burada tatmin edemedim. Bu nedenle yazımın başlığı “kardeşilik hatırına Girit”. “Mutlaka ve öncelikle” değil; ortak kültürümüz, geçmişimiz hatırına, dostluk, kardeşlik hatırına bir gün Girit’e gidin.